6 Mart 2010 Cumartesi

Herhangi bir kalabalık cadde veya mekanda olduğunuzu düşünün. Etrafınızda bir sürü insan var. Farklı suratları ve tanımadığınız ifadeleriyle yanınızdan geçiyorlar. Sizse yabancı başka bir surat olarak kendi düşünceleriniz ve dünyanızla duruyorsunuz aralarında. İnsanlar var, siz varsınız. İşte o kadar.

Sonra gözlerinizi üzerine çeken biri beliriyor insanların içinde. Tanıdığınız biri. Sevdiğiniz biri. İsmini bilmeniz değil onu tanıdık yapan ama. Yürüyüşünden ne hissettiğini, ifadesinden neler düşündüğünü, üzerindekilerden nereye gittiğini, ne hayaller kurduğunu, nelere güldüğünü, nelerden kaçtığını, nelerin onu mutlu ettiğini bildiğiniz birisi. Yüzünü, ardından kafasının için görebildiğiniz biri belirdi bu kalabalığın içinde. Hemen görüverdiniz onu çünkü o bir renk. Renklerini çözdüğünüz bir ışık. Gördünüz ve ona yöneldiniz. Onu görünce size çağrışımlar yapıyor. Onu görünce aklınızın içine giriveriyor. Onu gerçekten seviyorsunuz. Diğer insanlarsa hiçbirşey ifade etmiyor. Nasıl görünüyorlarsa o kadar. Ama o çağrışımlara sebep oluyor. Başka kapılar aralayabiliyor.

Yanına gidiyor ve ona gülümsüyorsunuz.

"Yüzün, ampulü patlamış gökkuşağı."

Bu cümle bütün bu hissettiklerimi özetledi işte.

http://surrealismus.blogspot.com/2010/02/lise.html

Hiç yorum yok: